10 Ocak 2008 Perşembe

Mantıklılığı

Keskin bir mantık ve zeka gücüne sahip olan Atatürk bütün hayatı boyunca ''akıl ve mantık''a büyük değer vermiştir. ''Akıl ve mantığın halletmeyeceği mesele yoktur.'' görüşüne sahip olan Atatürk'ün kişiliğine üstünlük kazandıran ve onu evrensel devlet adamı yapan yönü akıl ve mantık kurallarına sıkı sıkıya uymasıdır. Atatürk ülke meselelerinde mantık ve şuurla hareket etmek kudretine sahipti. ''Bizim akıl, mantık ve zeka ile hareket etmek, en belirgin özelliğimizdir.'' sözü onun hayat felsefesini özetlemektedir.
Atatürk, matematik dersine okul sıralarında büyük önem vermiş ve bu alandaki başarısı ile öğretmenlerinin takdirini kazanmıştı. Akıl, mantık ve zekayı çalıştığı için Matematik; insanı şuurlu yapar, şuur ise ileriye ve yeniliğe götürür. Akıl, mantık ve şuurla hareket etmek en büyük özelliği olan Atatürk, hayatında mantıksızlığa ve şuursuzluğa hiçbir zaman yer vermemiştir. O, bütün olayları, bir matematik işlemi yapar gibi akıl ve mantık süzgecinden geçirir ve olayları bir mantık ve bir gerçeklik temeline oturtarak çözerdi. Askerlik ve devlet hayatında onun bütün kararlarına ve hareketlerine bir düzenlilik ve ahenk veren ve bütün yaptıklarında akılcı ve mantıklı bir tutumun hakim olmasına sebep olan yine öğrenciliğinde kazandığı matematik kültürüdür. Tüm inkılaplarını mantık kurallarına uygun gerçekleştirdiğinden dolayı Atatürk bu özelliğiyle başarıya ulaşmıştır.

Gurura Ve Ümitsizliğe Yer Vermemesi

Hayatında karşılaştığı güçlüklerle hep mücadele eden Atatürk, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmemiştir. Bununla birlikte başarıları karşısında gurura da kapılmamıştır. O her zaman şu sözlerini prensip olarak kabul etmiştir: ''Muvaffakiyetlerde gururu yenmek, felaketlerde ümitsizliğe mukavemet etmek lazımdır.'' ''Hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak.'' ''Hayat, bir ilerleme ve dinamizm kaynağıdır. İnsan ona kendini uydurmak mecburiyetindedir.'' ''Hayat demek mücadele, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeden kuvvete, kudrete dayanır bir niteliktir.''
Atatürk'te büyük işler becerecek maddi ve manevi güç ve kuvvet vardır. Bu yüzden Atatürk, felaketlerde umutsuzluğa kapılmamış ve daima engelleri kaldırmayı ve başarıyı elde etmeyi düşünmüştür. Başarılı olunca da hiçbir zaman gurura kapılmamıştır.Meclis'in yeni açıldığı ilk günlerde bazı milletvekilleri, Kurtuluş Savaşı'nın yoksulluk içinde başarılamayacağına inanarak dönmeye karar verirler. Atatürk, milletvekillerinde görülen bu umutsuzluk karşısında mecliste yaptığı konuşması ile, bütün milletvekilleri geri dönse ve kendisi yalnız kalsa dahi mücadeleye devam edeceğini kesin bir dille şu şekilde ifade etmiştir: ''Düşman adım adım her tarafı işgal ederek Ankara'ya kadar gelecek olursa, ben bir elime silahımı, bir elime de Türk bayrağını alıp Elmadağı'na çıkacağım. Burada tek başıma son kurşunuma kadar düşmanla çarpışacağım. Sonra bu mukaddes bayrağı göğsüme sarıp şehit olacağım. Bu bayrak kanımı sindire sindire içerken ben de hayata veda edeceğim. Huzurunuzda buna and içiyorum!''. Bu sözler Mustafa Kemal'in ne kadar inançlı ve umutsuzluktan ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Milli Mücadele'de milletin bütün kaynakları seferber edilmişti. Meclis'te parasızlık ve türlü imkansızlıklar yüzünden ordunun ayakta tutulamayacağını söyleyenler karşısında O, umutsuzluğa, çaresizlik duygusuna kapılmamış, soğukkanlılığını ve direncini korumuştur. Türk milletine güvenerek ve kendisinde var olan kuvvet, kudret, azim ve iradeye dayanarak her zorluğun üstesinden gelineceğini ''Para vardır veya yoktur, ister olsun, ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır.'' sözleriyle dile getirmiştir.Atatürk, Sakarya Meydan Savaşı öncesinde Yunanlılar karşısında, Türk ordusunu, Sakarya Irmağı'nın doğusuna çekme gereğini duymuştu. Bu durum Meclis'te bunalıma sebep olmuştu. Atatürk'e ''Yunanlılar savunmamızı yararlarsa ne yaparız?'' sorusu sorulunca, şu cevabı ile milletvekillerini yatıştırdı: ''Böyle bir şey olursa onları Çankırı ormanlarına çeker, gerilla taktiği ile yok ederim.'' Meclis kendisine umut veren ve zafer vadeden Atatürk'ü başkumandan seçmiş ve ona büyük yetkiler vermiştir.Atatürk, öğünmesini bilmediği gibi, öğülmeyi de istememiştir, ''Benim için dünyada en büyük mevki ve mükafat milletin bir ferdi olarak yaşamak-tir.'' diyen Atatürk'ün gururu, öğünmesi, Türk milletinin bir ferdi olmaktan ileri gitmemiştir. Başarılarından dolayı, gurura, büyüklük duygusuna kapılmamış, kendisini beğenmişlik gibi bir zaaf göstermemiştir.Atatürk, büyük adam olmanın nelere bağlı olduğunu şu sözleri ile belirtir: ''Büyüklük odur ki, hiç kimseye eğilmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki mefkure ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, asla irkilmeyeceksin. Önüne sayısız engeller yığacaklardır. Kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün, derlerse, bunu diyenlere güleceksin!''.Yapılan bütün işlerin milletin ihtiyaçlarından ve eğilimlerinden doğmasını isteyen Atatürk, bu görüşünü şu sözleri ile ifade etmiştir: ''Gerçekte ihtirassız büyük bir iş meydana getirilemez. Fakat onun herhalde millet yolunda bir hizmet gayesine yönelmiş olması lazımdır. Başkan olan kimsenin milletin ülküsüne göre hareket etmesi ve milletin psikolojisini bildikten sonra o milletin eğilimine uyması gerekir.''Atatürk, yaptığı bütün işlerde Türk milletinin ihtiyaçlarını ve eğilimlerini göz önünde tutmuştur. ''Memleket ve millet hizmetlerinde önder olmak isteyenlerin ilham kaynağı, milletin gerçek duygulan ile istekleridir. Bizim, söylemeye değer bir hareketimiz varsa, o da milletin duygularına ve eğilimlerine, varlığına temas etmeğe çalışmaktan ibarettir. Her türlü başarı sırrının, her çeşit kuvvetin, kudretin gerçek kaynağının milletin kendisi olduğuna inancımız tamdır.'' sözleriyle bu düşüncesini ortaya koymuştur.Yapılan işleri hiçbir zaman kendisine mal etmeyen Atatürk ''Ben yaptım.'', ''Ben başardım.'' dememiştir. Büyük zaferden sonra Anadolu'da yaptığı ilk gezide halka: ''Bu zafer benim değil, milletindir.'' demiştir. Her bir başarıyı, her büyük işi Türk milletine mal etmek en önemli yönü idi: ''Eriştiğimiz başarı; milletin kuvvetlerini ve faaliyetlerini birleştirmesinden ileri gelmiştir.'' der, O, tüm inkılaplarını Türk milletinden aldığı ilhamla yaptiğını söylemekten zevk alırdı: ''İlham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir; milletin ortak isteği, gerçek eğilimidir. Varlığımızı bağımsızlığımızı kurtaran bütün teşebbüs ve hareketler, milletin ortak fikrinin, isteğinin, azminin yüksek görünüşünden başka bir şey değildir.'' ''Bütün yapılanlar herkesten evvel büyük Türk milletinin eseridir.'' der. Bu ifadeler onun ilham kaynağını açıkça ortaya koymaktadır.O, bir milleti yok olmaktan kurtarmış bir kahraman olmasına rağmen bu başarısı ile hiç öğünmemiş, başarıyı Türk milletine ve ordusuna mal etmiştir. Aşağıdaki sözleri de bunu açıkça göstermektedir; ''Vatanın kurtuluşu, kazanılan zaferler, Türk Ordusu ile büyük Türk milletinin gösterdiği kahramanlık ve fedakarlıkların eseridir.'' ''Bu zaferi kazanan ben değilim! Bunu asıl o gün (30 Ağustos 1922) tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki, onların her birinin adını Kocatepe'nin sırtlarına yazmam mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır; Türk askeri!''Yaptığı işlerle öğünmeyen, yalnız öğünülecek işler yapmak isteyen Atatürk: ''Yaptığımız hizmetlerle öğünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin öğünmeye layık olabileceği ümidiyle teselli oluyoruz.'' der. Ona göre, millete hizmet edenler bir karşılık beklememelidir. ''Millete hizmet edenler, görevlerini yerine getirmiş olmaktan başka bir iş yapmamışlardır.'' der. Millete hizmette sürekliliğin gerekli olduğuna inanan Atatürk: ''Bir insan, hayatında büyük bir muvaffakiyet gösterebilir; fakat, yalnız onunla öğünerek kalmak isterse, o muvaffakiyet de unutulmaya mahkumdur.'' demiştir.Başarılardan dolayı, gurura ve gösterişe kapılmayan Atatürk, bir halk adamı olarak yaşamış, milletin çıkarlarını kendi çakarlarından, hatta canından üstün tutmuştur. Ne istemişse Türk milleti için istemiş ve bu uğurda çalışmıştır. O, Türk milletinin bir ferdi olmaktan başka bir öğünmeye kapılmamıştır. Atatürk bütün bu özellikleriyle Türk milletinin vasıflarını taşıyan ve uygulayan dahi bir inkılapçı olarak yaşadı ve bu önder kişiliği ile adını tarihe altın harflerle yazdırdı.

Çok Cepheliliği

Çok cephelilik Atatürk'ün bir diğer özelliğidir. Milli Mücadele'ye başlamadan önce, modern ve çağdaş bir devlet kurmayı kendisine program olarak seçmiş biri olan Atatürk, fikri hazırlığını da buna göre yapmış ve ortaya koyduğu eserler ile dehasını ispat etmiştir. Askerlik, siyaset, eğitim, sanat, edebiyat, tarih, dil, sosyoloji, din, felsefe, matematik, hukuk ve daha birçok alanda hem düşünen, hem de eserler veren Atatürk çok yönlü bir lider olduğunu göstermiştir. Ölünceye kadar da okuyarak her alanda kendi kendini tamamlamış ve yenilemiştir.O, savaşların en bunalımlı günlerinde bile okumayı sürdürmüştür. Milli Mücadele'den sonra inkılap hareketlerinin hazırlıkları döneminde de daima okumuş ve yakın çevresi ile okudukları üzerinde tartışmalara, fikir alışverişine girmiş, bundan zevk duymuştur. Her işi, her çalışması, yaptığı bu fikir hazırlıklarına dayanmıştır.1916'da XVI. Kolordu komutanı olduğu Doğu Cephesi'nde çoğu günlerini kitap okumakla ve okudukları üzerinde düşünmekle geçiren Atatürk, cephede savaşırken bile, fırsat buldukça kitap okumuştur. Bu onun okumaya ve öğrenmeye verdiği önemi açıkça göstermektedir. Bu niteliği, onun belirgin özelliklerinden birisidir.Atatürk Milli Mücadele'de Ağustos 1922'de Büyük Taarruz öncesi Akşehir'de karargahındaki dairesinden hiç çıkmadan birkaç gün içinde Reşat Nuri Güntekin'in ''Çalı Kuşu'' romanını okuyup bitirmiştir. Böylece okumanın her zaman ve her ortamda mümkün olduğunu göstermiştir. Bu okuma isteği, onun hayatının sonuna kadar devam etmiştir. 1936-1937 kışında, Fransızca geometri kitaplarını okuması ve bunu ''geometri'' adıyla bir eserle süslemesi Atatürk'ün hiç bitmeyen öğrenmek ve öğretmek aşkını göstermektedir.

Yöneticiliği

''Hayatta en fena şey, riyakarlıktır. Hakikat ne olursa olsun riyakarlar onu temizlik ve saflık kisvesine bürünerek saklamaya çalışırlar ki, bu büyük bir tehlikedir.'', ''Hakikati konuşmaktan korkmayınız.'', ''Birbirimize daima hakikati söyleyeceğiz. Felaket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.''Yukarıdaki sözleriyle Atatürk gerçekçilik, açıklık ve dürüstlüğün önemini vurgulamıştır. Yetenekli bir yönetici olan Atatürk, hem askerlik hayatında hem de devlet yönetiminde gerçeklik ve dürüstlükten hiç ayrılmamıştır. Dürüstlüğün ve açıklığın bir kuvvet kaynağı olduğunu şu sözleriyle belirtmiştir: ''Asla hatırdan çıkarmamalısınız; bizim en büyük kuvvetimizi, bugün de yarın da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize bağlılık teşkil edecektir.''O devlet yönetiminde hiçbir zaman hayalciliğe ve maceraya yer vermemiştir. Yapabilecekleri üzerinde durmuş ve onları gerçekleştirmeye çalışmıştır. ''Milleti, aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adi politikacılar gibi yalancı vaatlerde bulunmaktan nefret ederiz.''''Yapmak iktidarında olmadığımız işleri, uyuşturucu, oyalayıcı sözlerle yaparız diyerek millete karşı gündelik siyaset takip etmek prensibimiz değildir.'' ''Milletimizi şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve harekatımla aldatmamış olmakla müftehirim. Yapacağım, yapacağız, yapabiliriz dediğim zaman onları, filhakika yapılabileceğime kani idim.'' sözleriyle yöneticiliğinin niteliklerini özetlemiştir. Atatürk milleti yönetirken, dürüst bir siyaset takip etmiş yapılabilecek işleri uygulamaya koyma esasına daima bağlı kalmıştır. ''Benim her emrim yapılır; çünkü, benden yapılmayacak emirler çıkmaz.'' diyen Atatürk, uygulanmayan kararlar vermediği için her zaman inkılap hareketlerini gerçekleştirme imkanı bulmuştur.Yapılabilecek işleri sırasında ve zamanında yapmanın çok önemli olduğunu vurgulayarak; ''Bir işi zamansız yapmak, o işi bozmak, başarısızlığa uğratmak olur. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır.'' demiştir. Yapacağı işleri günlerce, bazen aylarca inceden inceye düşünerek hazırlayan Atatürk, bir defa karar verdi mi, onu, hiçbir güçlük yolundan çeviremezdi.''Büyük kararlar vermek kafi değildir. Bu kararlan cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lazimdir.'' diyen Atatürk, verdiği kararın israrlı takipçisi olmuş ve her işini mutlaka istediği şekilde sonuçlandırmıştır. Ancak o verdiği kararların ve gerçekleştirdiği işlerin sorumluluğunu da taşımıştır. Tüm hareketlerinde sorumluluk üstlenmiş düzensizlikten ve vurdum duymazlıktan ısrarla kaçınılmıştır.''Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lazımdır.'' sözleriyle Atatürk verdiği kararların ve gerçekleştirdiği işlerin sorumluluğunu da taşımıştır.

İleri Görüşlülüğü

İleri görüşlülük Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biridir. Onun büyük bir devlet adamı olma yönünü oluşturan özelliklerinden birisi de bu yönüdür. Tarih bilgisinin siyasette önemli bir yeri olduğuna inanan Atatürk, çok okur ve okuduklarından gerekli dersleri çıkarırdı. Bugünü anlayabilmek ve yarını tahmin edebilmek için dünü bilmek gerektiğine inanan Atatürk, tarih bilgisinin ve dehasının verdiği kavrama ve doğru karar verme gücü sonucunda başarıya ulaşmıştır.Türk milletinin felaket uçurumuna yuvarlanışını uzak görüşü ile çok önceden sezen ve değerlendiren Atatürk ''Yolunda yürüyen bir yolcunun, ufku görmesi kafi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi lazımdır.'' sözüyle geleceğe bakış açısını ortaya koymuştur. Çanakkale Savaşları sırasında düşmanın amacını ve asıl çıkarma bölgelerini, harekatın başlamasından önce teşhis etmesi ve gerekli tedbirleri teklif etmesi de onun ileri görüşlülüğünü ortaya koymuştur. Ancak bu tekliflerinin, üst komutanlık tarafından dikkate alınmaması, savaşın uzamasına ve çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuştur.Atatürk durumu çok iyi değerlendirebilen ve olacakları tahmin edebilen bir liderdir. I. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Osmanlı Devleti'nin bir mütarekeye gideceğini, barışa kadar bunalımlı anlar geçireceğini, ordunun dağılacağını, düşmanla milletin karşı karşıya kalacağını ve şimdiden gerekli tedbirlerin alınmasının gerektiğini söylemesi ve uygulamaya geçmesi, onun sezi ve kavrayış gücünün, uzak görüşlülüğünün derecesini açıkça gösterir.Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne iyi bir örnek de II. Dünya Savaşı ile ilgili tahminleridir. 1932 yılında Atatürk; Amerikalıh General Mc Arthur (Mak Artur) ile yaptığı görüşmede ''Versay Antlaşmasının, II. Dünya Savaşının tohumlarını attığını, Almanya'nın bütün Avrupa'yı ele geçirecek bir orduyu kısa bir zamanda kurabileceğini ve harbin 1940-1945 yılları arasında başlayacağını, çıkacak bir harpte Amerika'nın tarafsız kalamayacağını, Avrupa'da olacak bir harbin başlıca galibinin ne İngiltere, ne Fransa ve ne de Almanya'mn değil, sadece Sovyet Rusya olacağını'' söylemiştir. Avrupa’daki olaylar gerçekten 1939 yılından itibaren Atatürk'ün bu tahminine göre gerçekleşmiştir.Atatürk 1933 yılında yaptığı bir konuşmasında ise, o zaman emperyalist devletlerinin sömürgesi durumunda olan İslam toplumları için de şu tahminde bulunmuştu: ''Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Şimdi günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetlerine kavuşacak daha pek çok kardeş milletler vardır. Bu milletler bütün güçlüklere, bütün engellere rağmen, her şeyi yenecekler ve kendilerini bekleyen güzel geleceğe kavuşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünde yok olacak ve yerlerine, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir.'' İslam dünyasında ve doğudaki diğer bölgelerde ortaya çıkacak devletleri, Atatürk, daha 1933 yılında yukarıdaki sözleriyle haber vermiştir.Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne diğer bir güzel örnek de, Sovyetler Birliği içerisinde yaşayan Türkler için yapmış olduğu yorumdur. Atatürk, şöyle demiştir: ''Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdun müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir, kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, Tarih bir köprüdür.Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Soydaş Türk kardeşlerimizin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.''Her alanda ileriyi görebilen Atatürk için ölümünden sonra General Me Arthur (Mak Artur), şöyle demiştir: ''Ölümüyle, dünya büyük bir dahi önderini, Türk milleti en seçkin ve kahraman evladını, insanlık da, ileri görüşlü ve korkusuz bir savaşçısını kaybetmiştir.''

Yaratıcı Zihniyeti

Atatürk, büyük işler görme ve eserler ortaya koyma yeteneğine sahip, dehasını yaratıcı zihniyeti ile birleştirebilen bir liderdir. Dehası, onu olağanüstü durumlarda başka kimsenin yüklenemeyeceği işleri görmeye itmiştir. Alışılmış bir düzenin ve hayat tarzının dışında yenilikler ortaya koyması, kimsenin düşünemediği veya cesaret edemediği inkılap hareketlerini ve ileriye yönelik atılımları gerçekleştirmesi bu dehanın ürünüdür. Şahsi ihtirasını millet yolunda hizmet gayesine vermiş olan Atatürk'e göre dahinin tarifi şudur: ''Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğunda herkes, onlara delilik der.''Atatürk'ün bu zihniyetini askerlik, siyaset, devlet adamlılığı, alanlarında yapmış olduğu inkılap ve yenileşme çalışmalarında açıkça görmekteyiz. Çanakkale ve Sakarya Savaşları'nda ortaya koyduğu savaş taktikleri onun ne kadar kabiliyetli olduğunu gözler önüne sermektedir. Sakarya Meydan Savaşı'nda verdiği; ''Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır!... Vatanın her karış toprağı, vatandaş kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.'' emriyle Atatürk, savaş tarihine yeni bir taktik hediye etmiştir.Türkiye Devleti'nin idare şekli olarak ''Cumhuriyet'' idaresini kabul ettirmesi, yaratıcılığı ve cesareti sayesinde gerçekleşmiştir. XX. yüzyılın başları, saltanatın ve hilafetin güçlü taraftarları olduğu ve milletin bundan başka bir idare şekli tanımadığı bir dönemdi. Cumhuriyet'in iyi bir idare şekli olduğunu bilmelerine rağmen, bazı aydınların, böyle bir idare şeklinin Türkiye'de uygulanacağına inanmaları, hatta hayal etmeleri bile mümkün değildi. Milli Mücadele'yi zaferle sonuçlandırdıktan sonra Atatürk'ün saltanatı kaldırması ve çok geçmeden de Cumhuriyet'i ilan etmesi de onun yaratıcı zihniyetinin bir sonucudur.Atatürk, halifeliğin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabul edilerek medrese ve okul ikiliğine son verilmesi, Anayasa'dan dini hükümlerin çıkarılması ve laiklik ilkesinin getirilmesi gibi çok önemli inkılapları yaratıcı düşüncesi ve cesareti ile gerçekleşmiştir.Çağdaşlaşma ve ilerleme yolunda çok kısa sürede yapılan inkılap hareketlerinin her biri onun cesaretini ve yaratıcı gücünü gösterir. Çok kısa bir zamanda Türkiye'yi çağdaş, modern ve laik bir devlet yapısına kavuşturan Atatürk, Türk milletinin, dinamik ve yenilikçi özelliklerini ortaya çıkarmıştır.

İdealistliği

Atatürk'ün idealleri, Milli Mücadele'den çok önce şekillenmiş ve zamanı gelince uygulanacak bir sisteme bağlanmıştır. Atatürk'teki vatan ve millet sevgisi, onun büyük bir idealist olmasına yol açmıştır.Onun idealleri, Türk milletinin ihtiyaçlarından doğmuş, Milli Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi'nde gerçekleşmiştir.O, bu idealleri ve fikirleri ile yeni nesillere hedef ve yol göstermiştir. Gelecek nesilleri de düşünmeyi ideal edinen Atatürk'ün, ilk ve en büyük ideali, vatanın bütünlüğü ve milletin tam bağımsızlığı olmuştur. ''Türkiye halkı asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklali bir lazım-ı hayatiye telakki etmiş bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır. Yaşayamaz ve yaşamayacaktır.'' ''Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir davranışa hak kazanamaz.'' sözleriyle bu inancını ifade etmiştir.Ülkemiz işgalden kurtulduktan sonra, milli egemenliğe dayalı bağımsız Türkiye ideali gerçekleştirilmiş ardından da sosyal ve kültürel alanda kazanılacak zaferlerin planı yapılmıştır. Çünkü, Atatürk'ün ideali, milli birlik ve beraberlikle bütün güçlükleri yenmekle birlikte Türk milletini modernleştirmek ve çağdaşlaştırmaktır. ''Memleket kesinlikle modern, medeni ve refah içinde olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır.'' sözleriyle Atatürk, Türk milletinin yükselmesi için tüm fedakarlığı yapacağını da belirtmiş ve bunu bir hayat meselesi olarak görmüştür. Bunun için Atatürk, Türk milletine en medeni milletlerin gelişme seviyesine ulaşmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı hedef göstermiştir. Ona göre Türk milleti, hedefini iyi seçer ve bu hedefe varmaya gayret ederse, zekası ve yetenekleri ile bu ideali gerçekleştirecektir.Akılcı ve gerçekçi olan Atatürk'ün, ideallerini oluşturan düşünceler de hayal ürünü değildir, gerçekleşmeleri mümkün ideallerdir. Atatürk'ün idealistliği yanında vatan hizmetinde eşsiz bir gerçekçiliği de vardır. ''Biz ilhamlarımızı gökten ve gayptan değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de, milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır'' sözleri ile gerçekçiliğini açıkça ortaya koymuştur.İdeallerini gerçekçilik temellerine oturtan Atatürk, uygulamalarını da gerçekçiliğe uygun yapmıştır. Atatürk, ''Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağı şeyleri yapar görünen sahtekar insanlardan değiliz.'' der. O, gerçeklerden ayrılmayan bir idealist idi. Ne kadar acı olursa olsun, daima gerçekle yüz yüze bulunmak, Atatürk'ün en belirgin özelliği idi. Körü körüne hareket, hayal ve maceraperestlik O'nun hayatında hiç var olmayan şeylerdir. İdeallerini gerçekleştirirken daima sağlam ve etkili kararlar almaya dikkat etmiştir. Hiçbir zaman milleti manasiz bir maceraya sürüklememiştir.Atatürk'e göre; ideal birliği, insanları birbirine yaklaştırır; onlarda ortak kader birliğinin derin duygularını uyandırır. Toplumda dayanışma duygusunun canlanmasında da ortak idealler büyük etkiye sahiptir. Büyük ideallere sahip olan milletler devamlı ve güçlü devletler kurarak varlıklarını sürdürürler. Atatürk, bundan dolayı fikirlerini ilkeler olarak ortaya koymuş ve onlan idealleştirmiştir.

Vatanseverliği

Vatan sevgisi Atatürk'ün en önemli özelliğidir. Millet sevgisinin ayrılmaz bir parçası olan vatan sevgisi, onun fedakarlıklarla dolu hayatının her döneminde, hayranlıkla söz edilecek hatıralarla doludur. Herşeyi göze alarak Milli Mücadele'ye girişmesi, ondaki vatan ve millet sevgisinin üstünlüğünü ve fedakarlığını açıkça göstermektedir.Vatan savunmasını her şeyden önemli gören Atatürk'e Kurtuluş Savaşı'nı kazandıran da bu eşsiz vatan sevgisi ve milletine olan büyük güveni olmuştur. Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri, düşmanların mel'un ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir. sözleri ve inancı, Milli Mücadele'de kendisine ve milletine rehber olan onu başarıya ulaştıran temel düşünce olmuştur. Vatanı için her türlü zorluğa katlanan Atatürk, hayatının en zor günlerinde kendisini eritip bitiren hastalığıyla mücadele ederken bile vatanını ihmal etmemiş, Hatay'ın Türkiye'ye katılması için gayretlerini sürdürmüştür.
Vatanı ve milleti için yaptığı hizmetleri asla yeterli görmeyen bir ruh yüceliğine sahip olan Atatürk, hayatı boyunca yurdunu, dünyanın en gelişmiş ve en çağdaş memleketleri düzeyine çıkarmak için mücadele etmiştir. ''Bu vatan çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya layıktır.'' sözleriyle vatana olan sevgisini açıkça ortaya koymuştur.Onun vatan sevgisini gösteren önemli olaylardan birisi İngiltere Kralı Edward (Edvırd)'ın Türkiye ziyareti sırasında yaşanmıştır. İngiltere Kralı Edward İstanbul'a geldiği zaman, yatından bir motora binerek, Dolmabahçe Sarayı'na gelmişti. Deniz dalgalı olduğu için kralın bindiği motor dalgalar nedeniyle inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de kralı rıhtımdan almak üzere kıyıdaydı. Kral elini silmek isteyince, Atatürk; ''Vatanımın toprağı temizdir; elimi ve elinizi kirletmez!'' diyerek elinden tutup kralı rıhtıma çıkardı. Bu örnek, Atatürk'ün vatanseverliliğini açıkça göstermektedir.Atatürk yaptığı herşeyi Türk milletine dayanarak, Türk milletine güvenerek ve bu milletin büyüklüğüne inanarak yapmıştır. Onun vatanseverliği aslında milliyetçiliği ile iç içedir ve büyük bir milliyetçidir. Türk milletine aşıktır, ona saygı ve sevgi ile yürekten bağlıdır. Bunun için de en gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşmayı, hatta bu seviyeyi aşmayı Türk milletine hedef olarak seçmiştir. Türk gençliğine düşen görev de bu yolda çalışmaktır.

Atatürk'ün Kişisel Özellikleri

  • Vatanseverliği
  • İdealistliği
  • Hakikati Arama Gücü
  • Yaratıcı Zihniyeti
  • İleri Görüşlülüğü
  • Mantıklılığı
  • Çok Cepheliliği
  • Yöneticiliği
  • Gurura ve Ümitsizliğe Yer Vermemesi

2 Ocak 2008 Çarşamba

Atatürkün devimleri

Siyasal Devrimler:
Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922),
Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim 1923),
Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924)
II- Toplumsal Yaşayışın Düzenlenmesi:
Şapka iktisası (giyilmesi) Hakkında Kanun (25 Kasım 1925)
Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine (kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun (30 Kasım 1925)
Beynelmilel (uluslararası) Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık 1925). Kabul edilen bu kanunlarla Hicri ve Rumi Takvim uygulaması kaldırarak yerine Miladi Takvim, alaturka saat yerine de uluslararası saat sistemi uygulaması benimsenmiştir.
Beynelmilel (uluslararası) Erkamın (Rakamların) Kabulü Hakkındaki Kanun (20 Mayıs 1928)
Ölçüler Kanunu (1 Nisan 1931). Bu kanunla ölçü birimi olarak uygar ulusların kullandıkları metre, kilogram ve litre kabul edilmiştir.
Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun (26 Kasım 1934)
Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (3 Aralık 1934). Bu kanunla din adamlarının, hangi dine mensup olurlarsa olsun, mabet ve ayinler dışında ruhani kisve (giysi) taşımaları yasaklanmıştır.
Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934)
Kemal Öz Adli Cumhurreisimize Atatürk Soyadı Verilmesi Hakkında Kanun (24 Kasım 1934)
Kadınların medeni ve siyasi haklara kavuşması: a) Medeni Kanun'la sağlanan haklar (17 Şubat 1926) b) Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan kanunun kabulü (3 Nisan 1930) c) Anayasa'da yapılan değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması (5 Aralık 1934)
III- Hukuk Alaninda Yapılan Devrimler:
Seriye Mahkemelerinin Kaldırılması ve Yeni Mahkemeler Teşkilatının Kurulması Kanunu (8 Nisan 1924)
Türk Medeni ve Borçlar Kanunu (17 Şubat 1926)
Ceza Kanunu (1926)
Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (1927)
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (1929)
İcra ve Iflas Kanunu (1923)
Kara ve Deniz Ticareti Kanunu (1926, 1929)
Dini hukuk sisteminden ayrılarak laik çağdaş hukuk sisteminin uygulanmasına başlanmıştır.
IV. Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan Devrimler:
Tevhid - i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu (3 Mart 1924). Bu kanunla Türkiye dahilindeki bütün bilim ve ögretim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanmıştır.
Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun (1 Kasım 1928)
Türk Tarihi tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Nisan 1931). Cemiyet daha sonra Türk Tarih Kurumu adını almıştır (3 Ekim 1935). Kültür alanında yeni bir tarih görüşünü ifade eden kurumun kuruluşu ile ümmet tarihi anlayışından millet tarihi anlayışına geçilmiştir.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin Kuruluşu (12 Temmuz 1932). Cemiyet daha sonra Türk Dil Kurumu adını almıştır (24 Ağustos 1936). Kurumun amacı, Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.
İstanbul Darülfünunu'nun kapatılmasına, Milli Eğitim Bakanlığıi'nca yeni bir üniversite kurulmasına dair kanun (31 Mayıs 1933). İstanbul Üniversitesi 18 Kasım 1933 günü öğretime açılmıştır.
V. Ekonomi Alanında Devrimler:
Aşarın kaldırılması, çiftçinin özendirilmesi, örnek çiftliklerin kurulması,
Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması,
I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933, 1937) uygulamaya konulması,
Yurdun yeni yollarla donatılması.

Atatürkün ilkeleri

Cumhuriyetçilik:

Atatürk devrimleri siyasi nitelik taşır. Çok uluslu bir İmparatorluktan ulus devlete geçiş gerçekleştirilmiş ve böylece modern Türkiye'nin ulusal kimliği oluşturulmuştur. Bu kimliğin oluşmasında, kul nitelikli insanların yurttaş-birey niteliği kazanması önemli bir noktadır. Atatürk bunun yolunu, kısaca halkın kendi kendisini idaresi, yani demokrasi demek olan Cumhuriyet?te görmüştür.

Halkçılık:

Gerek içeriği gerekse hedefleri açısından bakıldığında, Cumhuriyet Devrimi ayrıca bir sosyal devrim niteliği de taşır. Başta İsviçre Medeni Kanunu olmak üzere, Batı kanunlarının Türkiye'de uygulamaya konulmasıyla birlikte kadınların statüsünde köklü değişiklikler olmuş, 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme ve seçilme hakkını almışlardır. Atatürk çeşitli ortamlarda, Türkiye'nin gerçek yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiştir. Aslında bu durum Türkiye için bir gerçek olmaktan çok bir hedef niteliğindedir. Halkçılık ilkesi sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir bireyin, ailenin, sınıfın veya organizasyonun diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demektir. Halkçılık, Türk vatandaşlığı olarak ifade edilen bir fikre dayanır. Gurur ile birleşen vatandaşlık fikri, halkın daha fazla çalışması için gerekli psikolojik teşviki sağlar, birlik fikrinin ve ulusal bir kimliğin kazanılmasına yardımcı olur.

Laiklik:

Laiklik yalnızca devlet ve dinin birbirinden ayrılması anlamına gelmez ayrıca eğitim, kültür ve yasama alanlarının da dinden bağımsız olması anlamını taşır. Laiklik, devletin dini düşünce ve dini kuruluşların etkisinden bağımsız olması, ve genel olarak düşünce özgürlüğü anlamına gelmektedir.
Devrimlerin birçoğu laikliği gerçekleştirmek amacıyla yapılmış ve diğerleri ise laikliğe ulaşılmış olması sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Laiklik ilkesi akılcı ve dini siyasetin dışında tutan bir ilkedir.
Osmanlı döneminde matbaanın geciktirilmesinde olduğu gibi dinin yenilikler karşısında nasıl tutucu bir silah haline geldiğini yaşamış olan Türkiye Cumhuriyeti kurucuları açısından dinin din dışı sivil yapı üzerinde yaratabileceği baskıları önlemenin bir aracıdır.

Devrimcilik:

Atatürk'ün ortaya koyduğu en önemli ilkelerden birisi de devrimciliktir. Bu ilkenin anlamı Türkiye'nin devrimler yaparak geleneksel kuruluşlarını modern kuruluşlarla değiştirmiş olmasıdır. Geleneksel kavramların bir kenara itilip modern kavramların benimsenmesi demektir. Devrimcilik ilkesi, yapılmış olan devrimlerin tanınıp kabul edilmelerinin çok ötesine geçmiştir.

Milliyetçilik:

Cumhuriyet devrimi ayrıca milliyetçi bir devrimdir. Bu milliyetçilik ırkçı bir yapıda değildir; yurtseverlikle sınırlıdır. Bu devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığının korunması ve ayrıca Cumhuriyetin siyasal yönden gelişmesidir.
Bu milliyetçilik, tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılıdır; sosyal içeriklidir; yalnızca anti - emperyalist olmayıp, aynı zamanda gerek hanedan yönetimine, gerekse herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır ve nihayet bu milliyetçilik Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine inanmaktadır.

Devletçilik:

Mustafa Kemal Atatürk yapmış olduğu açıklamalarda ve politikalarında Türkiye'nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda, devletçilik ilkesini de devletin, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesi anlamında yorumlamaktadır. Ancak, devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.

atatürkün okul hayatı

1887’de Mustafa, ilk okula gidecektir. Babasının istememesine rağmen, Zübeyde Hanım’ın ısrarları üzerine önce Mahalle Mektebi’ne törenle giren Mustafa, kısa bir süre sonra; Selanik’in şöhretli öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden Şemsi Efendi’nin yeni metodlarla alfabe öğretimi yaptığı özel okula yazdırılmış ve esas öğrenimine burada başlamıştır. Mustafa okuyup yazmayı burada öğrenmiş, babasının ölümüne kadar, bu okulun sınıflarını düzenli olarak takip etmiştir. Bu dönemde Mustafa’yı olumlu yönde etkileyen ve onun Atatürk haline gelmesinde çok büyük katkıları olan öğretmenlerinin başında şüphesizdir ki, Şemsi Efendi gelmektedir. Şemsi Efendi, eğitim tarihimizde yeni pedagojik yöntem ve uygulamaları ilk deneyenlerdendir. Öğrencileri bir üst düzey olan Rüştiyedeki öğrencilerden daha bilgili yetişiyorlardı. Atatürk’ün dinde bağnazlığa karşı görüşlerinde, yenilikçi fikirlerinde, disiplin duygularının gelişmesinde Şemsi Efendi’nin öğretim ve uygulamalarının önemli bir payı vardır. Babası Ali Rıza Efendi, yakalandığı “barsak veremi” hastalığından kurtulamayarak 28 Kasım 1893 tarihinde vefat edince, Mustafa için çiftlik günleri başlayacaktır. Zübeyde Hanım’ın çocuklarını alarak kardeşinin Langaza’daki çiftliğine gidişi, Mustafa’nın öğrenim hayatına kısa bir ara vermiştir. Mustafa Kemal’in kişiliğinin şekillenmesinde rol oynayan dönemlerden biri de onun dayısının çiftliğinde geçirdiği yaklaşık dört buçuk aylık süredir. Çiftlikte geçen bazı olayları bir pedagog gözüyle değerlendiren Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Atatürk’teki “yaratıcılık, ağaç ve hayvan sevgisi”nin çocukken yaşadığı bu “yaratıcı çevre”nin eseri olduğu kanaatindedir. Çiftlik hayatından sonra Selanik’e gelen ve kısa bir süre Mülkiye Rüştiyesi’ne devam eden Mustafa, esasen çocukluğundan beri askerliğe büyük bir ilgi duyuyor ve asker olmak istiyordu. Nihayet asker olmasını istemeyen annesine haber vermeden Selanik Askeri Rüştiyesi’nin sınavlarına girerek başarılı oldu. Mustafa, Nisan 1894’te Selanik Askeri Rüştiyesi’nin ikinci sınıfından öğrenimine başladı. Mustafa’nın bu okulu, düzenli ve disiplinli bir okuldu. Mustafa, çok kısa sürede öğretmenlerin ve komutanlarının dikkatlerini çeken seçkin bir öğrenci olarak kendisini çevresine tanıttı. Mustafa, Rüştiye’de Matematik dersine merak sardı. Bu derste sınıfın “müzakerecileri” arasına girdi. Çok sevdiği bu dersin öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey, öğrencisinin yeteneklerini sezip, ona “Kemal” adını vermiştir. Böylece onun kendisinden ve arkadaşlarından farklı ve üstün durumunu tespit etmiş, ona, daha iyiye, daha güzele doğru gitmek için sürekli bir teşvik nedeni sağlamıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün bir lider olarak “akılcı” ve “hesap-kitap adamı” olmasında doğrudan rol oynayan bir faktör olarak Matematik sevgisi kabul edilecek olursa, Yüzbaşı Mustafa Bey’in üzerindeki yönlendirici etkisi daha da önem kazanır.Selanik Askeri Rüştiyesi’nde Mustafa Kemal’e özel ilgi gösteren öğretmenlerinden birisi de, Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey’dir. Atatürk, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerin verdiği bir çayda Nakiyüddin Bey’le karşılaşmış ve onun hakkında şunları söylemiştir: “...Bununla beraber hatırlamak gerekir ki, gerçek ve fedakar öğretmenler, eğitimciler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi burada bir yüce kişiye rastladım. O, benim Rüştiye birinci sınıfında öğretmenim idi. Bana henüz ilk bilgileri öğretirken gelecek için ilk fikirleri de vermişti. Demek istiyorum ki, ilk ilham ana baba kucağından sonra okuldaki eğitimcinin dilinden, vicdanından, terbiyesinden alınır...” Selanik Askeri Rüştiyesi’nde 1908’e kadar yirmi yıl Fransızca öğretmenliği yapan Nakiyüddin Bey, genç M. Kemal’e bir taraftan geleceğe ilişkin fikirler verirken bir taraftan da, “sen bu Fransızcanın peşini bırakma” öğüdünde bulunmuştur. Sonradan Mustafa Kemal’in Şam’da kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesinin kuruluşunda, 31 Mart hadisesinin bastırılmasında öğrencisi M. Kemal ile birlikte çalışan Nakiyüddin Bey, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün isteği ile milletvekili adayı gösterilmiş ve üç dönem milletvekili de seçilmiştir.Hayatının sonuna kadar yanından ayrılmayacak olan Nuri (Conker), Salih (Bozok) ve Fuat (Bulca) ile arkadaşlıklarının da geliştiği Selanik Askeri Rüştiyesi’nde genç Mustafa Kemal, sadece okul çalışmalarıyla da yetinmemiştir. Onun bilgisini genişletmek, kültür seviyesini yükseltmek için o günün şartları içinde, çevresinde çıkan yayımları takip ettiği, yarışmalara katıldığı da görülmektedir. Mustafa Kemal, 1895 yılı sonunda, Askeri Rüştiyeyi, 43 aldığı biri hariç, diğer bütün derslerden geçme tam notu olan 45 alarak dördüncü bitirdi.O, bir insandı...Mustafa Kemal,1896 yılının 13 Mart günü Manastır Askeri İdadisi’nde lise eğitimine başlar. İdadi’de yatılı ve daha üstün dereceli bir okulun hayat ve öğretim şartlarına kısa sürede intibak eden genç M. Kemal için, artık ömrünün sonuna kadar sürecek olan “aile yuvası dışındaki hayat” başlıyordu. Bundan sonra ev yaşantısı sadece izin ve tatillerde kısa süreli olabilecektir. Askerlik mesleğinin meşakkatli ve zorlu özelliklerinden de kaynaklanan bu durum, biraz da onun “bağımsız yaşama” karakterine uygun düşecektir.Manastır’da sınıf arkadaşları sadece Selanik Rüştiyesi’ndekiler değildir. Manastır bölgesine bağlı olan, Üsküp, İpek, İşkodra, Yanya ve Manastır Askeri Rüştiyelerinden gelen gençler de vardır. Bu ortam içinde çeşitli karakter, mizaç ve seviyede genç insanlarla tanışmak, anlaşmak ve onlara kendini kabul ettirmek hususunda M. Kemal’in üstün vasıflarının burada da büyük bir rol oynadığı şüphesizdir. Manastır İdadisi’nde Mustafa Kemal, Matematikten yine çok başarılı, Fransızca’ dan ise biraz zayıftır. Burada Mustafa Kemal’i en çok etkileyen arkadaşlarından biri olan Ömer Naci, ona edebiyat ve şiir merakı aşılayacaktır. Sonradan İttihat ve Terakki’nin hatibi olacak olan ve genç yaşta Birinci Dünya Harbi sırasında hayatını kaybeden Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovularak, Manastır İdadisi’ne yollanmıştı. M. Kemal hatıralarında şunları anlatıyor: “O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiç birini beğenmedi. Bir arkadaşın, kitaplarımdan hiç birini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat olduğuna o zaman muttali oldum. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden men etti. ‘Bu tarz iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ dedi. Ne var ki, güzel yazmak hevesi ben de baki kaldı.” Bu ikazı yapan Kitabet öğretmeni Alay Emini Mehmet Asım Efendi’dir. Aynı olayı M. Kemal, daha sonraları Ali Fuat Paşa’ya şöyle anlatır: “Eğer Kitabet hocamız imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi bir gün beni çağırdı. ‘Bak oğlum Mustafa dedi, şiiri filan bırak. Bu iş senin iyi asker olmana mani olur. Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İleride belki iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez’. Hocamın ne kadar haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği halde Naci, erkanı harp (kurmay) zabiti olamadı.”Bu ikaz ve yönlendirmenin Atatürk’ün hayatını ve kaderini doğrudan etkilediğine şüphe yoktur. Fakat, Ömer Naci’nin de Mustafa Kemal’in fikri altyapısının oluşmasında diğer faktörlerle birlikte önemli bir rol oynadığı da kesindir. Nitekim, genç Mustafa Kemal’in dönemin “vatan ve hürriyet” şairi Namık Kemal ile “Türkçü” şairi Mehmet Emin Yurdakul’un şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci’nin etkili olduğu bilinmektedir. İdadi’de, Namık Kemal’i tanımak, duymak, onun gizlice elden ele dolaşan vatan şiirlerini bulmak, okumak işini Hatip Ömer Naci sağlamıştır. Atatürk, sonradan 14 Eylül 1931’de yaptığı bir konuşmada Mehmet Emin Yurdakul ile ilgili şunları söylemiştir: “...Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk kez Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenciyken okuduğum ‘Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana milli benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum...” Tarih öğretmenleri Mehmet Tevfik (Bilge) Bey’in de etkileriyle, gençler Fransız İhtilali’nin temel ilkelerinden biri olan “hürriyet” kavramı ile de burada tanışacaklardır. Topçu Kolağası Mehmet Tevfik Bey, o dönemin dar Osmanlı tarihçiliği görüşünden uzak, Türk tarihini bütün genişliği ve eskiliği ile kavramış ve öğrencilerine dersini sevdirerek, esaslı tarih bilinci ve kültürü veren bir öğretmendi. Ali Fuat Cebesoy’un, “değerli ve milliyetçi bir Türk subayıydı. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. Atatürk, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Bir gün bana: ‘Tevfik Bey’e minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı’ demiştir” şeklinde tanıttığı Kol Ağası Mehmet Tevfik Bey (1865-1945)’in Atatürk’ün derin tarih bilgisi ve bilincinin oluşmasında baş mimar olduğu kesindir. Atatürk, bu değerli öğretmenine beslediği şükran ve minnete, onu milletvekili adayı göstererek ve Beşinci Dönem Diyarbakır Milletvekili olarak Meclise girmesini sağlayarak karşılık vermiştir.Manastır İdadisi’nin ikinci sınıfına geçen Mustafa Kemal, 1897 yılında Mart’ın ilk günlerine kadar devam edecek izinden faydalanarak Fransızca’sını kuvvetlendirmeyi düşünür ve 1888’de kurulmuş olan Tophane semtindeki “College des Freres de Salle” (Frerler Okulu)’in özel kurlarına kaydını yaptırarak dersleri düzenli olarak takip eder. Birinci sınıfta kendisini ikaz eden Fransızca öğretmeninin “acı ihtarlarına” yeniden muhatap olmak istemez. Kendi hatıralarında, “İki, üç ay gizlice Frerler Mektebi’nin hususi sınıfına devam ettim. Böylece Mektep derslerine nispetle fazla derecede Fransızca öğrendim” demektedir. Bu özel derslerde Mustafa Kemal’in öğretmenlerinden biri Frere Rodriquez (1849-1941)’dir. Bunun anlattığına göre, Mustafa Kemal gayet ciddi, zeki ve çalışkan, elinde daima kitap bulunan bir gençti ve subay olduktan sonra da zaman zaman kendisinden ders almaya geliyordu. Mustafa Kemal, gerçekten İdadi’den başlayarak gençlik yıllarında Fransızca öğrenmeye büyük önem vermiştir. O, “bir kurmay subay mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük hatadır” diyordu. O, bir insandı...Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi’ni ikinci olarak bitirip, Pangaltı’daki Harbiye Mektebi’nde yüksek öğrenimine devam etmek için İstanbul’a, Payitahta gelir. Böylece bütün çocukluğu ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Makedonya’dan ilk defa ayrılır. Birikimi ile yeni bir hayata atılacağı, kişiliği ve düşüncelerinin daha da olgunlaşacağı Harp Okulu’na girişi 13 Mart 1899, Apolet Numarası 1283’tür. “Harbiyeli Mustafa Kemal”, buradaki “Künye Defteri” ne “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96” olarak kaydedilecektir. Mustafa Kemal Harbiye’de öğretime başladığı sırada, okul komutanı 24 yıl (1884-1908) bu kutsal yuvaya komutanlık yapmış olan Mustafa Zeki Paşa; öğretim başkanı, o zamanki ismi ile “ders nazırı”, daha sonra Çanakkale’de kendisine kolordu komutanlığı yapacak olan Esat Paşa’dır.Mustafa Kemal, Harp Okulu 1 nci sınıfında 635 mevcutlu Piyade sınıfında bütün derslerden 484 not almış ve 9 uncu olarak ikinci sınıfa geçmiştir.Mustafa kemal 2 nci sınıfta işse 420 arkadaşı arasında toplam 522 not alarak ve 11 nci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir.Mustafa Kemal, 3 ncü sınıfta, 459 arkadaşı arasında üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu'nu 8 nci olarak bitirmiştir.Mustafa Kemal’in Harbiye’deki arkadaşları öncelikle Manastır İdadisi’nden gelenlerdi. Bunlar arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktadır. Çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadi’de de birlikte okuduğu Mustafa Nuri (Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri (Tırnovacık), Kazım (Karabekir), Ömer Naci, İsmaik Hakkı (Pars), Kazım (İnanç), Kazım (Özalp), Ali Fethi (Okyar), onu takip eden arkadaşlarıydı. Bunların bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önce veya sonraki devrenin öğrencileri idi. Mustafa Kemal’in bu arkadaşları arasında daha çok Ahmet Tevfik ile samimi olduğu görülmektedir.Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndaki öğretmenleri arasında, onun kişiliğini etkileyen ve onu hayata hazırlayan çok değerli öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında; sonradan İstanbul Üniversitesi’nde Profesör olan, Türk Tarih Kurumu kurucu üyesi ve Milletvekili olan Fransızca öğretmeni Necip Asım (Yazıksız) Bey, Talim Öğretmeni Rahmi Paşa ve onun maiyetindeki Binbaşı Fazıl Bey, sonra Korgeneral ve milletvekili olan Yüzbaşı Naci (İldeniz) Bey ve Teğmen Osman Efendi bulunuyordu.Ali Fuat CEBESOY’un, öğretmenleri hakkında anlattıklarına göre Mustafa kemal, en çok Yüzbaşı Naci Bey'i sayar ve severdi. Harbiyeli Mustafa Kemal’in, bu dönemde hem Fransızca’sını geliştirdiği, hem de memleket meseleleri üzerindeki düşüncelerinin daha da olgunlaştığı görülmektedir. O Harbiye’de Namık Kemal ve Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin meşhur şairleri yanı sıra Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret’i de okuyordu. Zamanın felsefe ve fikri akımları ile meşgul oluyordu.Anlaşılmaktadır ki, Harp Okulu eğitimi ve öğrenimi dönemi, Mustafa Kemal’in hem “vatan, millet, Türklük” fikirlerinin olgunlaşmasında, hem de Batıya dönük “çağdaşlaşma” düşüncelerinin gelişmesinde önemli bir dönem olmuştur. Ayrıca bu fikirlerini arkadaşlarına da anlatması, okula bu fikirleri yaymak için bir gazete çıkarma girişiminde bulunması, onun daha o dönemde liderlik özelliklerinin gelişmeye başladığını da göstermektedir. O, yine bu dönemde özellikle ilk sınıfta İstanbul’un sosyal hayatı içinde kendisini bulmuş görünmektedir. Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndan “neşet” tarihi olan 10 Şubat 1902 tarihi, Harp Akademisi’ne girdiği tarihtir. 1848 yılında Harp Okulu içinde “Erkan-ı Harbiye Sınıfları” adı ile kurulan Harp Akademisi, Esat Paşa’nın Harp Okulu Öğretim Başkanlığı’na atanması (1899) ndan sonra, yani Mustafa Kemal’in Harp Okulunda öğrenime başladığı sırada yeni bazı düzenlemeler yapılmıştır. 1902 yılından itibaren Erkan-ı Harbiye Sınıflarından “Çok İyi” derecede başarı sağlayanlara “Kurmay”, ve “İyi” derecede bitirenlere “Mümtaz” ünvanı verilmeye başlanmıştır. Bu usul, 1909 yılına kadar devam etmiştir. Mümtazlar arasında “kurmay” ihtiyacını karşılamak üzere sonradan “kurmaylıkları” onananlar da çoktur. Mustafa Kemal Akademi’ye başladığı yıl sınıf mevcudu, topçu ve süvari okullarından gelenler ve değişik sebepler dolayısıyla bir üst sınıftan kalanlar ile birlikte 43 kişidir. Atatürk’ün Harp Akademisi’ndeki notları ve ders başarısı şu şekildedir:Sınıf mevcudu kırk iki kişi olan Akademi birinci sınıfta, toplam 580 olan ders notlarından Mustafa Kemal, toplam 479 not almıştır ve başarı sırası 8’dir. Mustafa Kemal’in, Akademi ikinci sınıfında kırk kişilik sınıf mevcudu içinde toplam 480 puan aldığı görülmektedir ve 6. sıradadır. Kurmay Yüzbaşı olarak yeminini 21 Ekim 1904 Cuma günü eden Mustafa Kemal, 11 Ocak 1905 Çarşamba günü Akademiden mezun olmuştur. 57 nci Dönem Akademi mezunu toplam 37 kişidir. Bunların 13’ü “Kurmay”, 27’si de “Mümtaz” olmuşlardır. Mevcut bilgi ve belgelere göre Mustafa Kemal Kurmay olarak Akademiyi bitiren 13 kişi arasında 5 nci olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün Akademi’deki öğretmenleri arasında kendisini derinden etkileyen öğretmenler vardı. Bu öğretmenler şunlardır: Topçu Feriki (Tümgeneral), Ahmet Muhtar, Kurmay Binbaşı Refık Bey, Kurmay Yarbay Nuri Bey, Pertev Paşa (Demirhan), Kurmay Albay Hasan Rıza Bey, Kurmay Albay Zeki Bey, Kurmay Yarbay Fevzi Bey. Sınıf arkadaşı Ali Fuat CEBESOY’un anlatımına göre, Mustafa Kemal bu öğretmenlerinden en çok Tabiye derslerine giren Kurmay Yarbay Nuri Bey’i sayıyor ve takdir ediyordu. Nuri Bey gerçekten geniş kültürlü, çağına göre aydın düşünceli, stratejide üstat sayılan bir kurmay subaydı. Aradaki uzaklığı korumakla beraber öğrencilerine karşı içten ve ağabeyce davranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay adaylarının çeşitli sorularını da cevaplamaktan zevk duyuyordu. Nuri Bey, “bir kurmay subay, askerlik dışında kalan bilgilerle de donanmış olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak, sorumluluk yükleneceksiniz.” diyordu. Nuri Bey bir derste öğrencilerine “Gerilla” hakkında bilgiler vermişti. Mustafa kemal 1911’de Trablusgarp’tan arkadaşı Ali Fuat CEBESOY’a yazdığı bir mektupta, “Kurmay Yarbay Nuri Bey'in gerilla metotlarını başarıyla uyguladığını yazıyordu.”Gerek kendisinin, gerekse arkadaşlarının anılarından öğrendiğimize göre Mustafa Kemal Akademi’de kültürel çalışmalara çok önem veriyordu. Gazete çıkarmak işi burada Harbiye’den daha düzenli bir şekilde yürütülüyor, kürsüden “konferans” niteliğinde konuşmalar yapıyor ve bunların metinlerini arkadaşlarına dağıtıyordu.Mustafa Kemal, Harp Akademisi’ne yeni başladığı sıralarda, 26 Haziran 1902 Perşembe günü Ali Fuat CEBESOY'un babası İsmail Fazıl Paşa’nın Kuzguncuk'taki köşkünde misafir ediliyor. O gece orada kalıyor, ertesi 27 Haziran Cuma günü köşke gelen Osman Nizami Paşa ile tanıştırılıyor. Osman Nizami Fransızca ve Almanca’yı (edebiyatı dahil) anadili gibi bilmekte, İngilizce’yi de yanlışsız konuşabilmektedir. O gün tanışıp görüşüyorlar. Osman Nizami Paşa, II. Abdülhamit’in baskı rejimini yumuşatacağına dair hiçbir belirti olmadığına işaret ettikten sonra şöyle diyor: “İstibdat idaresi, bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum."Mustafa Kemal kuşkuludur. Nizami Paşa Abdülhamit'in adamlarından biri olabilir mi? Kendisinin ağzını arayan bir hafiye midir? M. Kemal, bu olasılıklara karşın gene de düşüncelerini cesaretle söylemeye kararlıdır. Diyor ki: "Paşa Hazretleri! Garplı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap vukuunda bugün iş başında olanlar yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım getir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır.” Osman Nizami Paşa susuyor, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermiyor. Aynı günün akşamı ayrılmak üzere veda eden Mustafa Kemal'e şunları söylüyor:“ Mustafa Kemal Efendi oğlum, sen, bizler gibi yalnız Erkân-ı Harp zabiti olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum." Evet, Osman Nizami Paşa yanılmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal, gençlik çağlarından beri geleceğin Atatürk'ünden belirtiler ve ışıklar vermiştir. Çünkü O, hep “yarınların adamı” olmayı hedeflemiş ve daima öyle yaşamıştır.Mustafa Kemal ve Harbiye’den arkadaşı Kırşehirli Lütfü Müfit Özdeş tayin oldukları ilk görev yerleri olan Şam’daki Beşinci Ordu’ya 1905 yılını ilk aylarında katılırlar. Burada iki stajyer kurmay yüzbaşıyı bir çok zorluklar beklemektedir. Görevli oldukları 29 ve 30 uncu alaylar Havran civarındaki bir isyanı bastırmak için Şam’dan hareket ederler. Fakat, esas yapılan iş, bazı personelin bu vesileyle soygun ve talan yapacak olmalarıdır. Bu iki genç kurmay subayı aralarına almak istemezler. Buna rağmen iki arkadaş bu harekata iştirak ederler. Kendi kurdukları düzenin bozulacağından korkan soygun ekipleri, kendi aralarındaki dalavereli hesaplardan bir miktar altını da Lütfü Müfit’e vermek isterler. Müfit, bu altınları almaz ve işi Mustafa Kemal’e haber verir. Ne yapması gerektiğini sorar. Mustafa Kemal Müfit’e; “bugünün adamı olmak istiyorsan bu altınları al, eğer yarının adamı olmak istiyorsan bu altınları iade et, makbuzunu al ve sakla” der. İşte, tarihin altın sayfalarında kalan insanlar, “yarının adamı” olmayı tercih edebilenler ve bu irade gücünü ortaya

atatürkün dedesi

Atatürk'ün soyu ile ilgili elimizdeki en sağlam bilgiler öncelikle kendisinin, annesinin, kardeşi Makbule Hanım'ın anlattıklarıdır. İkinci olarak kendisini ve ailesini tanıyan Hacı Mehmet Somer gibi, kimi çocukluk arkadaşlarının verdiği bilgilerdir. Mustafa Kemal dahil aile fertlerinde kuvvetli bir "Yörük, Türkmen olma" bilinci vardır: Makbule Hanım, E.B. Şapolyo'nun sorduğu "babanız nerelidir?" sorusuna şu cevabı vermiştir: "Babam Ali Rıza Efendi yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük sülalesindendir. Annem her zaman Yörük olmakla iftihar ederdi. Birgün Atatürk'e "Yörük nedir?" diye sordum. Ağabeyim de bana 'Yürüyen Türkler' dedi." Yine Şapolyo'nun Ruşen Eşref Ünaydın'dan naklettiğine göre, "Atatürk çok kere benim atalarım Anadolu'dan Rumeli'ye gelmiş Yörük Türkmenlerindendir" derlerdi. Atatürk'ün baba soyu ile ilgili önemli bilgileri verenlerden birisi de M. Kemal'in Selanik'te mahalle ve okul arkadaşı, eski milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey'dir. Somer'e göre; "Atatürk'ün ataları hakkında benim bildiğim şunlar: Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır Vilayeti'nin Debre - i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık nahiyesine yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in ihtiyarlarından duymuştum. Kocacıklıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi yörüktür. Hayvancılıkla geçinirler, sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların kıyafetleri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır." Atatürk'ün babasını ve dedesi "Kızıl Hafız Ahmet" i tanıyan eski Aydın Milletvekili Tahsin San Bey ve Eski Umumi Müfettiş ve Milletvekili Tahsih Uzer'den Kılıç Ali'nin ve Tahsin San Bey'den E.B. Şapolyo'nun naklettiği bilgiler de, Atatürk'ün baba soyunun "Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş olan Yörüklerden" olduğunu göstermektedir. Yukarıda da denildiği gibi, Atatürk'ün baba soyu, Konya / Karaman'dan gelerek Manastır Vilayeti'nin Debre - i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göç etti. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl - Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri, Türkmenleri"nden gelmektedir. Bugün nüfusu yaklaşık 2.100.000 olan Makedonya Cumhuriyeti içerisinde bir kısmı hâlâ konar - göçer hayatı devam ettiren Yörük olmak üzere, yaklaşık 200.000 civarında Türk yaşamaktadır. Makedonya'nın hertarafında dağınık olarak yaşayan Türklerin en yoğun olarak bulundukları yerler, Gostivar ve Üsküp gibi şehirleriyle Batı Makedonya Bölgesi'dir. Bu şehirlerden başka, Kalkandelen, Ohri, Struga ve Debre, Jupa; Doğu Makedonya'da ise, Manastır, Pirlepe, İştip, Ustrumca ve Kanatlar önemli Türk yerleşim birimleridir. Sofya Üniversitesi Profesörlerinden J. İvanof 1920'de Paris'te yayınlanan eserinde, Makedonya'ya Türklerin yerleşimleri ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir: "Türkler, XIV. Asırdan itibaren ve Çirmen zaferini müteakip Makedonya'ya yerleşmeye başladırlar. Şehirler Üsküp, Pirlepe, Köstendil, Drama bir ara tamamıyla Türklerin yaşadığı şehirler olur. Türk ordusunun fethettiği stratejik noktalar etrafında süratlı Türk kasabaları meydana getirilir. Bunlar Anadolu'dan göç eden Türklerdir. Göç eden Türklerden kurulu yepyeni şehirler meydana gelir: Yenice, Vardar. Zamanla şehirlerde Türk nüfusu karışık bir manzara arz eder. Fethi müteakip, Hristiyan yerliler İslam dinini kabul ederler. Hemen fetihten sonra göç etmiş temiz Türk topluluğu etrafında toplanırlar. Şehirlerin dışında köyler etrafında da Türk toplulukları da vücuda gelir. Bunlar Anadolu'dan göç etmiş büyük gruplardır. Onlara Yörük ve Konyar adını vermelerinin sebebi bu göçmenlerin Anadolu'dan Konya'dan gelmiş olmalarıdır. Umumiyetle Yörükler ve Konyarlar Türkler gibi giyinen, konuşan yerlilere ( İslamiyet'i kabul eden Hristiyanlara ) karışmazlar. Bu Türk göçmen toplulukları üç büyük grup halindedir : 1. Ege Denizi Kıyı Bölgesi: Rodoplardan denize kadar iner. Selanik bölgesi dahil buraları tamamıyla Türk'tür. 2. Sarıgöl Bölgesi: Burada Sarıgöl (Kayalar) Cuma gibi zengin Türk kasabaları vardır. Bu bölgelerdeki köylerin sayısı 130'dur. 3. Vardar Bölgesi: 240 Türk kasaba ve köyü vardır. Vardar nehrinin umumiyetle doğu kıyılarındadır. Bu üç büyük göç grubundan başka, daha ufak göç gurpları da dağınık yerleşmişlerdir. - Vardar nehri aşağı kısımlarında, Maya Dağı civarındakiler, - Manastır Ovası'nda Kenalı (Kınalı? Kanatlı?)da oturanlar, - Debre güneyinde, Kara Drin nehri geçitlerini tutanlar." İşte Atatürk'ün dedelerinin Anadolu'dan gelerek yerleştikleri Osmanlı Devleti Döneminde Manastır Vilayeti'ne bağlı dört sancaktan biri olan "Debre - i Bala"nın merkezi, bugün Batı Makedonya'daki Debre şehridir. Babası Ali Rıza Efendi'nin doğduğu "Kocacık" nahiyesi de şimdi Jupa Bölgesi'nde yine aynı isimle anılan bir köydür. Köyde şu anda Jupa Bölgesi Türk çocuklarının Türkçe eğitim gördükleri Necati Zekeriya Merkez İlkokulu isminde bir okul da bulunmaktadır. 1933 yılında gazeteci Altan Araslı, Kocacık Köyü'ne giderek, burada Atatürk'ün dedesinin evini bulmuştur. "Atatürk'ün Büyükbabasının Evini Bulduk, Atamız Yörük Türkmeni" başlığı ile verilen haberde, Kocacıklılarla yapılan konuşmalar da göstermektedir ki, Atatürk'ün baba soyu hakkında nakledilen doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı insanlar tarafından hâlâ canlı bir şekilde hatırlanıp, anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün yaşayan Kocacık Köylülerinde de "Yörük, Türkmen ve Oğuz olma bilinci" vardır. Araslı'nın Üsküp'te görüştüğü Kocacıklı Numan Kartal anlatıyor: "Ali Rıza Efendi, Manastır Vilayeti'nin, Debre - i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık'ta dünyaya geldi. Kocacık'ın nüfusu tamamen Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu'dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundayız. Atatürk'ün büyükbabası, İşkodyalılar ailesinden, babaannesi ise Golalar ailesinden gelmektedir. İşkodyalılar, İşkodya'dan, Kocacık'a gelip yerleşen akıncı Türklerinin adıdır. Golalar ise "hudut gazileri" anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık'ın Taşlı Mahallesi'nden, babaannesi ise Yukarı Mahallesi'ndendir. Ayşe Hanım, Taşlı Mahallesi'ne gelin gelmiştir. Kırmızı Hafız Mehmet Efendi, Çınarlı Mahallesi'nde ilkokul öğretmenliği yapmış, Kocacık'ın Taşlı Mahallesi'nin üst tarafında bir yokuş vardır. Önünde küçük bir derecik akar. Bu nedenle oraya Dere Mahallesi de denir. İşte Ata'nın büyükbabasının evi oradaydı. Kocacık'tan temelli göç ettikleri zaman, evlerini Etem Malik'lere satmışlar. Malik'in oğlu Hayrettin İzmit'te oturmaktaydı." Yine Üsküp'te yaşayan Kocacıklılardan Murat Ağa, Altan Araslı'ya şu bilgileri vermiştir: "Atatürk'ün dedesinin adı Kırmızı Hafız Ahmet Efendi'dir. Lakapları böyle. Ama, asıl hafız olan kardeşi Mehmet Efendi'dir. Babaannesinin adı da Ayşe Hanım'dır. Daha sonraları Ahmet Efendi'ye 'firari' denmeye başlamış. Firari, Rumeli'de 'gurbetçi', 'gurbete çıkan' anlamına gelmektedir. Yalnız, Selanik'te vukû bulan bir olayla da bağlantılıdır. Kocacık'ın toprağı münbit değildir. Olanakları da kısıtlıdır. Bu nedenle, Ahmet Efendi, Yukarı Mahalle'den Feyzullah Pehlivan ve Taşlı Mahallesi'nden Fazlı Ağa ile birlikte Selanik'e çalışmaya gitmişler. 1876 yılının Mayıs ayında bir gün yolda bir olaya tanık olmuşlar..." Murat Ağa sonra doğruluğu şüpheli bir olayı anlatarak sözlerine son vermektedir. Murat Ağa'nın burada verdiği tarih de yanlıştır. Çünkü, Atatürk'ün babasının yaklaşık olarak 1839'da Selanik'te doğduğunu bildiğimize göre, aile zaten bahsedilen tarihlerde Selanik'e taşınalı epeyce olmuş olmalıdır. Nitekim Araslı'nın verdiği bilgilere göre, Ahmet Efendi'nin Kocacık'tan 93 Harbi ( 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Harbi )'nden otuz yıl kadar önce taşındığını, köyden ilk ayrılanların da Mustafa Kemal'in büyük amcası Kırmızı Hafız Mehmet Efendi olduğunu köylüler anlatmaktadır. Araslı'nın Üsküp'te görüştüğü bir diğer Kocacıklı da Kocacık'ın Yukarı Mahallesinden, Dolaklar Ailesinden, Behlül ve Hatice kızı Maksude Yıldız'dır. Maksude Yıldız anlatıyor: "Harekat Ordusu'nun İstanbul'a yürüyüşü tüm Balkanlar'da heyecan yaratmıştı. Harekat Ordusu'nun faaliyetleri en güncel konuydu. Mensupları da meşhur olmuştu. Şevket Paşa'nın yaverinin Kocacıklı olduğunu öğrendik. Kimdir, neyin nesidir derken, Kırmızı Hafız Ahmet Efendi'nin torunu, Ali Rıza'nın oğlu Mustafa Kemal olduğunu söylediler." Gazeteci Altan Araslı, Üsküp'teki bu Kocacıklılar'dan bu bilgileri aldıktan sonra, Birlik Gazetesi ( Üsküp'teki Türklerin yayınladıkları gazetedir )'nden Remzi Canova ile birlikte Rumeli'nin meşhur Kaz Dağları'nı, Maya dağları'nı tırmana tırmana sarp bir dağ köyü olan Kocacık'a dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra ulaşıyorlar. Burada kendilerine köylülerden İsmail Yahya, Atatürk'ün dedesinin evini gösteriyor. Onlar geçmişi konuşurlarken gelen yaşlı bir nine söze giriyor ve "Evladım doğrudur, onların eviydi" diyerek İsmail Yahya'nın sözlerini onaylıyor! Mevcut bilgilere göre Atatürk'ün baba soyu Konya / Karaman'dan göçürülerek Makedonya'ya gelmişlerdir. Manastır Vilayeti'ne bağlı Debre - i Bala Sancağı'nın Kocacık Nahiyesi ( Köyü)'ne yerleşen takriben 1830'larda Selanik'e göçmüştür. Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi burada takriben 1839'da dünyaya gelmiştir. Babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi'dir. Kızıl Hafız Ahmet Efendi'nin, Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi isminde bir erkek, bir de Nimeti Hanım isminde bayan iki kardeşi vardır. Atatürk'ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi tarafından devam etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun oğlu Salih Efendi ve ikinci eşi Müberra Hanım'dan devam eden aile, torunlarla yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor. Belgelerden Atatürk'ün Müberra Hanım'a "Yenge" şeklinde hitap ettiğini biliyoruz. Bunların beş çocuğundan birisi olan Necati Erbatur, 28 Eylül 1927'de Dolmabahçe Sarayı'nda nişanlanmış; diğer çocukları Vüsat Erbatur'un kızı Nesrin hanım ile Feridun Söğütlügil nikahları 2 Ekim 1937'de Park Otel'de yapılmış ve Atatürk bu nikah törenine katılmıştır.

atatürkün babası

Atatürk'ün soyuyla ilgili, elimizdeki en sağlam bilgiler; öncelikle kendisinin, annesinin, kardeşi Makbule Hanım'ın anlattıkları, ikinci olarak da kendisini ve ailesini tanıyan Hacı Mehmet Somer gibi Atatürk’ün kimi çocukluk arkadaşlarının verdiği bilgilerdir. Atatürk de dahil aile bireylerinin tümünde güçlü bir "Yörük, Türkmen olma" bilinci vardır: Makbule Hanım, E.B. Şapolyo'nun sorduğu "Babanız nerelidir?" sorusuna şu yanıtı vermiştir: "Babam Ali Rıza Bey yerli olarak Selaniklidir. Kendileri Yörük Türk’ü soyundandır. Annem her zaman Yörük Türk’ü olmakla övünürdü. Bir gün Atatürk'e "Yörük nedir?" diye sordum. Ağabeyim de bana 'Yürüyen Türkler' dedi." Yine Şapolyo'nun Ruşen Eşref Ünaydın'dan aktardığına göre, "Atatürk çok kez benim atalarım Anadolu'dan Rumeli'ye gelmiş Yörük Türkmenlerindendir" derlerdi.Atatürk'ün baba soyuyla ilgili önemli bilgileri verenlerden biri de Atatürk’ün Selanik'ten mahalle ve okul arkadaşı, eski milletvekillerinden Hacı Mehmet Somer Bey'dir. Somer'e göre; "Atatürk'ün atalarına ilişkin benim bildiğim şunlar: Atatürk'ün ataları Anadolu'dan gelerek Manastır ilinin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık bucağına yerleşmişlerdir. Bunları ben Selanik'in yaşlılarından duymuştum. Kocacıklıların hepsi öz Türkçe konuşurlar. İri yapılı adamlardır. Bunların hepsi yörüktür. Hayvancılıkla geçinirler, sürüleri vardır. Bir kısmı da kerestecilik ederler. Bunların giysileri Anadolu Türklerine benzer. Yaşayışları, hatta lehçeleri de aynıdır."Atatürk'ün babasını ve büyükbabası "Kızıl Hafız Ahmet"i tanıyan eski Aydın Milletvekili Tahsin San Bey ve Eski Genel Müfettiş ve Milletvekili Tahsin Uzer'den Kılıç Ali'nin ve Tahsin San Bey'den E.B. Şapolyo'nun aktardığı bilgiler de Atatürk'ün baba soyunun "Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş olan Yörüklerden" olduğunu göstermektedir.Atatürk'ün baba soyu, Konya/Karaman'dan gelerek Manastır ilinin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık'a yerleşti. Aile sonradan Selanik'e göçtü. Atatürk’ün büyükbabası Ahmet ve onun kardeşi Hafız Mehmet'in taşıdığı "kızıl" lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl-Oğuz" öbür adıyla da "Kocacık Yörükleri Türkmenleri"nden gelmektedir.Bugün nüfusu yaklaşık 2.100.000 olan Makedonya Cumhuriyeti içerisinde bir kısmı hâlâ konar-göçer yaşamı sürdüren Yörüklerle birlikte yaklaşık 200.000 dolayında Türk yaşamaktadır. Makedonya'nın her yanında dağınık olarak yaşayan Türklerin en yoğun olarak bulundukları yerler, Gostivar ve Üsküp gibi kentleriyle Makedonya’nın batısıdır. Bu kentlerden başka Kalkandelen, Ohri, Struga ve Debre, Jupa; Makedonya’nın doğusundaysa Manastır, Pirlepe, İştip, Ustrumca ve Kanatlar önemli Türk yerleşim birimleridir.Sofya Bilimkenti (üniversitesi) profesörlerinden J. İvanof 1920'de Paris'te yayımlanan yapıtında, Türklerin Makedonya'ya yerleşimlerine ilişkin şu bilgileri vermektedir: "Türkler, 14. yüzyıldan itibaren ve Çirmen zaferinin ardından Makedonya'ya yerleşmeye başladırlar. Üsküp, Pirlepe, Köstendil, Drama gibi kentler bir ara tümüyle Türklerin yaşadığı kentler olur. Türk ordusunun fethettiği stratejik noktalar çevresinde hızla Türk kasabaları oluşturulur. Bunlar Anadolu'dan göçen Türklerdir. Göçen Türklerden kurulu yepyeni kentler oluşur : Yenice, Vardar.Kentlerdeki Türk nüfusu zamanla karışık bir manzara sergiler. Fethin ardından, Hıristiyan yerliler İslam dinini benimserler. Hemen fetihten sonra göçmüş temiz Türk topluluğu çevresinde toplanırlar. Kentlerin dışında köyler çevresinde de Türk toplulukları oluşur. Bunlar Anadolu'dan göçmüş büyük kümelerdir. Onlara Yörük ve Konyar adını vermelerinin nedeni bu göçmenlerin Konya'dan gelmiş olmalarıdır. Yörükler ve Konyarlar Türkler gibi giyinip konuşan yerlilere (İslam’ı benimseyen Hıristiyanlara) karışmazlar. Bu Türk göçmen toplulukları üç büyük küme durumundadır :1. Ege Denizi Kıyı Bölgesi: Rodoplardan denize dek iner. Selanik bölgesi dahil buraları tümüyle Türk'tür.2. Sarıgöl Bölgesi: Burada Sarıgöl (Kayalar) Cuma gibi varsıl (zengin) Türk kasabaları vardır. Bu bölgelerdeki köylerin sayısı 130'dur.3. Vardar Bölgesi: 240 Türk kasaba ve köyü vardır. Vardar ırmağının genellikle doğu kıyılarındadır.Bu üç büyük göç kümesinden başka, daha ufak göç kümeleri de vardır ve bunlarsa dağınık yerleşmişlerdir : Vardar ırmağının aşağı kesimlerinde, Maya Dağı dolayındakiler, -Manastır Ovası'nda Kanatlı’da oturanlar, -Debre güneyinde, Kara Drin ırmağı geçitlerini tutanlar.İşte Atatürk'ün dedelerinin Anadolu'dan gelerek yerleştikleri Osmanlı Devleti Döneminde Manastır iline bağlı dört sancaktan biri olan "Debre-i Bala"nın merkezi, bugün Makedonya'nın batısındaki Debre kentidir. Babası Ali Rıza Bey’in doğduğu "Kocacık" bucağı şimdi Jupa Bölgesi'nde yine aynı adla anılan bir köydür. Köyde şu anda Jupa Bölgesi Türk çocuklarının Türkçe eğitim gördükleri Necati Zekeriya Merkez İlkokulu adında bir okul da bulunmaktadır. Gazeteci Altan Araslı 1933 yılında Kocacık Köyü'ne giderek, burada Atatürk'ün büyükbabasının evini bulmuştur. "Atatürk'ün Büyükbabasının Evini Bulduk. Atamız Yörük Türkmeni" başlığıyla verilen haberde, Kocacıklılarla yapılan konuşmalar da göstermektedir ki Atatürk'ün baba soyuna ilişkin aktarılanlar doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı insanlarca da anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün yaşayan Kocacık köylülerinde de "Yörük, Türkmen ve Oğuz olma bilinci" vardır.Araslı'nın Üsküp'te görüştüğü Kocacıklı Numan Kartal anlatıyor: "Ali Rıza Bey, Manastır ilinin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık'ta dünyaya geldi. Kocacık'ın nüfusu tümüyle Türk. Hepsi de Yörük Türkmenleri. Anadolu'dan geldiler. Bizler, Müslüman Oğuzların Türkmen boyundayız. Atatürk'ün büyükbabası, İşkodyalılar ailesinden, babaannesi ise Golalar ailesinden gelmektedir. İşkodyalılar, İşkodya'dan, Kocacık'a gelip yerleşen akıncı Türklerinin adıdır. Golalar ise "sınır gazileri" anlamını taşımaktadır. Dedesi, Kocacık'ın Taşlı Mahallesi'nden, babaannesi ise Yukarı Mahallesi'ndendir. Ayşe Hanım, Taşlı Mahallesi'ne gelin gelmiştir. Kızıl Hafız Mehmet Bey, Çınarlı Mahallesi'nde ilkokul öğretmenliği yapmış, Kocacık'ın Taşlı Mahallesi'nin üst yanında bir yokuş vardır. Önünde küçük bir derecik akar. Bu nedenle oraya Dere Mahallesi de denir. İşte Ata'nın büyükbabasının evi oradaydı. Kocacık'tan temelli göçtükleri zaman, evlerini Etem Malik'lere satmışlar. Malik'in oğlu Hayrettin İzmit'te oturmaktaydı."Yine Üsküp'te yaşayan Kocacıklılardan Murat Ağa, Altan Araslı'ya şu bilgileri vermiştir: "Atatürk'ün büyükbabasının adı Kızıl Hafız Ahmet Bey’dir. Lakapları böyle. Ama, asıl hafız olan kardeşi Mehmet Bey'dir. Babaannesinin adı da Ayşe Hanım'dır. Daha sonraları Ahmet Bey'e 'firari' denmeye başlamış. Firari, Rumeli'de 'gurbetçi', 'gurbete çıkan' anlamına gelmektedir. Yalnız, Selanik'te olan bir olayla da bağlantılıdır. Kocacık'ın toprağı verimli değildir. Olanakları da kısıtlıdır. Bu nedenle, Ahmet Bey, Yukarı Mahalle'den Feyzullah Pehlivan ve Taşlı Mahallesi'nden Fazlı Ağa ile birlikte Selanik'e çalışmaya gitmişler.Araslı'nın Üsküp'te görüştüğü bir başkası da Kocacık'ın Yukarı Mahallesinden, Dolaklar Ailesinden, Behlül ve Hatice kızı Maksude Yıldız'dır. Maksude Yıldız anlatıyor: "Harekat Ordusu'nun İstanbul'a yürüyüşü bütün Balkanlar'da heyecan yaratmıştı. Harekat Ordusu en güncel konuydu. Mensupları da ünlü olmuştu. Şevket Paşa'nın yaverinin Kocacıklı olduğunu öğrendik. Kimdir, neyin nesidir derken, Kızıl Hafız Ahmet Bey’in torunu, Ali Rıza'nın oğlu Mustafa Kemal olduğunu söylediler."Gazeteci Altan Araslı, Üsküp'teki Kocacıklılar'dan bu bilgileri aldıktan sonra, Birlik Gazetesi (Üsküp'teki Türklerin yayınladıkları gazete) 'nden Remzi Canova’yla birlikte Rumeli'nin ünlü Kaz Dağları'nı, Maya Dağları'nı tırmana tırmana sarp bir dağ köyü olan Kocacık'a dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra ulaşıyorlar. Burada kendilerine köylülerden İsmail Yahya, Atatürk'ün büyükbabasının evini gösteriyor. Onlar geçmişi konuşurlarken gelen yaşlı bir nine söze giriyor ve "Evladım doğrudur, onların eviydi." diyerek İsmail Yahya'nın sözlerini onaylıyor!Atatürk'ün baba soyu Konya/Karaman'dan göçürülerek Makedonya'ya getirilmiştir. Manastır iline bağlı Debre-i Bala Sancağı'nın Kocacık bucağına yerleşen aile köyden ilk ayrılanlardan olmuş ve 1830'larda Selanik'e göçmüştür. Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey burada 1839'da dünyaya gelmiştir. Ali Rıza Bey’in babası Kızıl Hafız Ahmet Bey’dir. Kızıl Hafız Ahmet Bey’in Kızıl Hafız Mehmet Emin Bey ve Nimeti Hanım adında iki kardeşi vardır. Atatürk'ün baba soyu, büyük amcası Kızıl Hafız Mehmet Emin Bey tarafından sürerek günümüze dek ulaşmıştır.Hafız Mehmet Emin Bey’in oğlu Salih Bey ile Salih Bey’in ikinci eşi Müberra Hanım'dan süren aile, torunlarla yedinci kuşağa ulaşmış bulunuyor. Belgelerden Atatürk'ün Müberra Hanım'a "Yenge" dediğini biliyoruz. Bunların beş çocuğundan biri olan Necati Erbatur, 28 Eylül 1927'de Dolmabahçe Sarayı'nda nişanlanmış; öbür çocukları Vüsat Erbatur'un kızı Nesrin hanım ile Feridun Söğütlügil’in nikahları 2 Ekim 1937'de Park Otel'de yapılmış ve Atatürk bu nikah törenine katılmıştır.
'); aLE(id,rc);
//-->

atatürkün annesi

Atatürk’ün anne soyundan dedesi Sofuzade Feyzullah Bey’dir. Selanik'e bir saat uzaklıkta bulunan Langaza'da çiftlik sahibiydi. Atatürk ile kız kardeşi Makbule Hanım'ın çocukluk anılarından söz ederken belirttikleri çiftlik burasıdır. Annesi Zübeyde Hanım, Feyzullah Bey’in üçüncü eşi Ayşe Hanım'dan tek kızıydı. Atatürk'ün beş kardeşi içinde en uzun ömürlüsü Makbule Hanım (1885-1956) anne soyları hakkında, "Annemden sık sık şunları dinlemişimdir." diyerek şu bilgileri vermektedir: "Bizim asıl soyumuz Yörük Türk’üdür. Buralara Konya-Karaman çevrelerinden gelmişiz. Dedem Feyzullah Bey’in büyük amcası Konya'ya gitmiş. Mevlevî dergâhına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak..."
Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın babasına ilişkin, Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey’i ve Ali Rıza Bey’in babası Kızıl Hafız Ahmet Bey'i de tanıyan ve doksan yaşında ölen Aydın milletvekili Tahsin San, şu bilgileri vermiştir: "Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım, Sofuzade ailesinden Feyzullah Bey’in kızıdır. Bunlar Selanik'te doğmuşlardır. Bu aile 130 yıl önce Sarıgöl'den Selanik'e gelmiştir. Vodina ilçesinin batısında Sarıgöl bucağında onaltı köyden oluşan bu bucak ailesi, Makedonya ve Tesalya'nın alınmasından sonra Osmanlı hükümetinin Konya dolayı ailelerinden gönderip yerleştirdiği Türkmenlerdendir. Son zamanlara dek beş yüzyıllık süre boyunca yaşam biçimlerini, kılık ve giysilerini değiştirmemişlerdir."
Bu konuda Lord Kinross şu bilgileri vermektedir: "Zübeyde Hanım, Bulgar sınırlarının ötesindeki Slavlar kadar sarışındı; düzgün ak bir teni, derin ancak duru, açık mavi gözleri vardı. Ailesi Selanik'in batısında Arnavutluğa doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası Türklerin Makedonya'yı ve Teselya'yı almalarından sonra Anadolu'nun göbeğinden gelen köylülerin yerleştikleri yerdi. Bu yüzden Zübeyde Hanım damarlarındaki ilk göçmen Türklerin torunları olan ve hâlâ Toros dağlarında özgür yaşayışlarını sürdüren sarışın Yörüklerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı."
Eldeki bilgilere göre aile, 1466'larda Karaman'dan gelerek Vodina Sancağı'na bağlı Sarıgöl'e yerleşmiş; sonra Selanik yakınlarındaki Lankaza (Langaza)'ya göçmüş; Zübeyde Hanım 1857'de burada dünyaya gelmiştir. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın babası Sofuzade Feyzullah Bey üç kez evlenmiştir. Feyzullah Bey’in 3. eşi Ayşe Hanım’dan Zübeyde, Hasan ve Hüseyin olmak üzere üç çocuğu olmuştur.
Yakın tarihimize ışık tutacak yer adlarıyla özellikle Atatürk'n soyuna ilişkin bilgi ve belgeler de bu iki belde kültürü içerisindedir. Kızıllar ve İbrala'nın mezraları olan Kızılyar, Çardak ve Tekke mevkileri bu iki soyun mensuplarınca otlak olarak kullanılmaktaydı. Bu aileler; İbrala deresinde İsmail Hacı Obruğu, Öksüz Ömer, Merdivenli, Göçer ve İnlikuyular çevresinde sürülerini otlatmışlardı.
Kızıllar ailesinden Ali Rıza Bey ile Sofucular ailesinden Zübeyde Hanım'ın Selanik'te bir yuva kurmaları yazılı kaynakların yanısıra yörenin sözlü dağarcığında da canlılığını korumaktadır.

atatürkün askerlik hayatı

Temeli insanlık duygusu, görev saygısı ve yurt sevgisi olan askerlik, maddi kuvvetlerden önce zeka, kararlılık, irade, kahramanlık ve fedakarlık gibi manevi öğelere dayanır. İyi asker, bu nitelikleri en çok olan ve kanıtlanmış olan insandır. İşte Atatürk, bu özelliklerinden dolayı iyi bir askerdi. Atatürk, meslek olarak ifa edeceği askerlikle ilgili temel eğitimine, 1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi’ne girişi ile başlar. Mustafa kemal, Selânik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır Askerî İdadisi'ne girdi. Genç Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisi'ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir Harbiye öğreniminden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu Teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etti. 1903 yılında Üsteğmen olmuştu. 11Ocak 1905 tarihinde de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu. Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimi oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı. Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi. Mustafa Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik’e geldi. Bu esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti" Abdülhamit'i, 1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. "İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin ilânına uzandı. 23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasi gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu.Fakat kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle zamanın söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu. II. Meşrutiyetin ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vakası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli de oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun İstânbul'a girdiği gün halka hitaben yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da tahammülsüzlüğüne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu. Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı i1e yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikardi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşanın yanında görev aldı. 5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti. 1912 yılı Ekiminde Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi. Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetleri görüldü.Mustafa Kemal, Balkan Harbinden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı. Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı. Bu sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kema1 gelişen siyasi ve askeri olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre: katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kema1 bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915 tarihinde, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler. Gelibolu Yarımadasında önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazını geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğazı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadasını çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı. Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya geçti. Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevk etmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi. Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!" Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti. Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Ancak, Mustafa Kemal'in aldığı önlemler sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal. getirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustafa Kemal beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu. Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşaya bırakarak izinli olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul a döndü. Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan On altıncı Kolordu Komutanlığına atandı. Kısa süre sonra bu Kolordunun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Şam ve Halep’teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Veliaht Vahdettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti.Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşından çekildi. Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Kumandanlığı'nın da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir Ordu Kumandanı idi. Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi" adı verilen şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime uğruyordu. İstanbul ve İstanbul Hükümeti İtilâf Devletlerinin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldü; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler. Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşaya ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddî olarak arz ederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır”.Bu, Atatürk'te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir. Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine süratle devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletlerini gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükümetinin görüşü ve davranışı bu idi. Padişah ve hükümetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan mütecaviz düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer milli teşkilâtlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı. Bu durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi.Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e göre önemli olan "Türk Milleti’nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi. Öyleyse Milli Mücadelenin parolası "Ya istiklâl ya ölüm!" olacaktı. Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum". Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele,liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan Amasya Tamiminde görüyoruz. Bu Genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadelenin örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana ilânı idi. Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti. Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra,8/9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi vazifesine devam ediyordu. Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlığına getirildi. Cemiyet,o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Erzurum Kongresi, 23Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin iştirakiyle toplanmıştı. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi.Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı. Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meşale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı. Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkun bir sevinçle karşıladı. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihimizde büyük öneme sahip bir Kongredir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen, bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir Kongredir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu. Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükümet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından fülen işgal edildiMustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler süratle sonuçlandı. Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının,. istiklâl mücadelesinin liderliğini yapıyordu. Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi. Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerinde Fransız birlikleriyle mahallî kuvvetler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı. Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, millî mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otorite altında toplanmalarına bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin ve eğitime tabi tutulacaktı. Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kema1 Paşa, Millî Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır. Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir ama izleyenlerde olacaktır." I. İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonrâ bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü" soyadı verilecekti. Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar. Ancak Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan,II. İnönü muharebesinde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar silahlarımıza terk zorunda kaldılar. Bu suretle Batı cephesinde düşmana karşı II. İnönü Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu. Şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükümetinin reddettiği Sevr Antlaşmasını gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmaktadırlar. Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönünden Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti. Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhına geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tespitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşaya şu direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücüne karşı çekilmeksizin uzun sure direnmesi daha büyük kayıpların sebebi olacaktı. İnkılâp Tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü. Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kati darbe indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kati darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı olarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, "Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oybirliği ile kabul edildi. Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Memleketin düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyla behemehal mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim." Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımlayarak bazı tedbirlerin alınmasını sağladı.. Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhına geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar. 23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Polatlı’ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri bir çok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur". Başkomutanın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hülyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çök uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü. Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri mevzilerde görünmüş, hatta ateş hattına girmişti. Başkomutanın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı. "Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Sakarya Meydan Muharebesinden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardı. Düşmanın bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu. Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına bağlıydı. Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer taraftan gerek Yunanlılar gerekse İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk hükümetinin içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunuyordu. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu. Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzi düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu. Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akidenizdir, ileri!" emrini verdi. Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 Eylül’de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmişti. Mondros Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla gerçekleştirildiği zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler Atatürk'ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur". Büyük Türk zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş; çağdaş, demokratik ve lâik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilâsından temizleyen büyük askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini toplamak üzere siyasî faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de İtilâf devletleriyle imzalanan Mudanya Mütarekesi ile silâhlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve boğazlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı. Kurtuluş Savaşının başarı ile bitmesi ile Mustafa Kemal’in askerlik hayatı da fiilen sona erer. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ile Atatürk artık yeni kurulan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olarak Türk milletinin siyasi ve fikri liderliğini yapmaktadır.